Güzelim Türkiye’de ibadetler, aklımın erdiği günden beri adeta piyango çeker gibi belli günlere yoğunlaştırılmış durumdadır. Bunların başında Ramazan’da kılınan Teravih ve bir de “Kandil Geceleri” diye tanımlanan belli gün ve gecelerde yapılan tesbihat vesaire gelmektedir. Bunların başında ise hiç şüphesiz bazılarımız tarafından sadece o gün ve gecelerde kılınan namaz gelmektedir. Burada hemen şunu ekleyelim ki bu konuda söyleyeceklerimizde hiç kimsenin dinî hayatını eleştirmek ve dahi hafife almak gibi abes ve hadsizlik ve dahi terbiyesizlik sayılacak bir tavır sergilemek asla değildir. Böyle bir davranış tabiidir ki saygısızlık ve en hafifinden edepsizlik olur. Bizim söylemeye çalışacaklarımız, insanımızı Kur’an’î hayattan uzaklaştıranların, şu veya bu saikla, insanımızın Rabbi ile arasına girme cüretkârlığı üzerine olacaktır.
Sözümüze, bir Kur’an Meal kitabının Önsözünün giriş cümlesi olarak kullanılan merhum Mehmet Akif Ersoy’un Kur’an hakkında söylediği şu veciz sözüyle/şiiriyle girmek istiyorum. Merhum Kur’an hakkındaki tespitini şöyle Yapmış:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa bir mana aranmaz mı bu ayetlerde?
Lafzı muhkem, yanlış anlaşılan Kur’an’ın;
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın
Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız, yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için”
Buradan anlaşılan o ki, Kur’an’ı çok eskiden beri yanlış, yani gereği gibi olmadan okumuşuz. Zira bildiğim kadarıyla merhum 1873 yılında doğmuş ve 1936 yılında 63 yaşında vefat etmiştir. Ve öldüğü zaman da: “Allah’a şükürler olsun ki Peygamberimin yaşında ölüyorum” demiştir. Bu da O’nun ne denli İslami akidelere bağlı olduğunu göstermeye yeter galiba.
İşte tüm söyleyeceklerimiz bu noktadan hareketle söylenenler olacaktır. Mesela her Ramazanda kadınlı erkekli katılımlarla “ Mukabele” denen Kur’an okumaları yapılmaktadır. Mukabele ise karşılıklı okuma demektir. Bunun öncesi de Hz. Resul (as)’ün “Asrı Saadet” ( Mutluluk Asrı) devrine dayanır. Zira her yılın Ramazan bitiminde o güne kadar nazil olmuş ayetlerin Hz. Resul (as) ve vahiy meleği Cebrail tarafından sırayla okunarak doğruluğunun tespit ve teyidi için yapılmaktaydı. Ancak bu karşılıklı okumada hem Hz. Resul (as) hem de Cebrail Kur’an’ın anlamını bilerek okuyorlardı. Ama bizde maalesef ya imam ya da hafız efendi okur, önlerinde Mushaf nüshaları bulunan cemaat de onun okuduğunu hem dinler hem de Mushaf yapraklarından takip ederek, o gün için söz konusu olan ve “Cüz” tabir edilen Kur’an bölümü tamamlanmış olur. Bize öyle geliyor ki okuyanı pek bilmem ama dinleyenlerden hiç kimse okunmakta olan ayetlerin anlamını bilmiyordur. Ama buna rağmen ve okuyucu tarafından bizzat bilindiği halde bu insanlara okunanların anlamı asla söylenmez. Peki, bunun akıl ve mantıkla izah edilecek bir yanı var mı? Elbette ki yoktur. Bakınız her Resule/Elçiye yapılan vahiy mutlak surette ümmetinin diliyle yapılmıştır. Mesela Hz. Musa’ya Tevrat İbranice diliyle vehmedilmişti. Çünkü toplum o dili konuşuyordu. Hz. İsa’ya ise o tarihlerde Filistin bölgesinde konuşulan ve Semitik dil grubundan olan Aramice dilinde vahyedilmişti. HZ. Resul (as)’e de toplumunun konuştuğu Arapça ile vahiy yapılmıştı. Demek ki vahyin temel amacı öğrenmek ve öğretmektir. Bu da ancak bir dil/lisan marifetiyle olur. Bizim toplumumuz hiç şüphesiz Kur’an’ın nazil kılındığı dil olan Arapçayı elbette ki bilmiyor. Ancak bunun Türkçeye çevrilmiş ve adına “Meal” denen Kur’an nüshaları var. O halde insanımız buna yönlendirilmelidir. Binaenaleyh Kur’an’ın anlaşılarak ve hatta “tedebbür” suretiyle yani enine-boyuna anlayarak okunması bizzat Kur’an’ın emridir (bkz. Muhammed,24; Müminün,68; Nisa,82; ve Sâd, 29. Ayet). İşte bu yapılmadığı veya yapılamadığı içindir ki, insanımız Kur’an ilkeleri yerine kimin nesi veya neyin nesi olduğu pek belli olmayan kaynaklara yönelmekte ve maalesef o da insanımızı gerçek dinden yani Kur’an tarafından belirlenen dinin dışında bir yerlere savurmaktadır. Peki, bunda insanımızın bir hatası var mı? Asla. Hata, insanımızı bu yönlere sevk eden, kendilerini “din adamı” olarak lanse eden kişilere aittir. Ki dinimizde böyle birileri asla olmaz. Ama din görevlileri var. Bunlar da zaten devletin resmi görevlileridir. Buna rağmen kendilerini din adamı olarak niteleyenler kendilerine göre bir yol edinmiş durumdalar. Ne hikmetse bunlara Diyanet İşleri Başkanlığının da galiba özgürlük sebebiyle gücü yetmemektedir.
İşte tüm bu sebepler dâhilinde ve sadece sevap umarak bu şekilde okunmakta olan Kur’an çalışmalarında dünyevi bir kazanç sağlanamadığı gibi uhrevi olarak da bir kazanç sağlanmaz. Çünkü gerek dünyevi ve gerekse uhrevi hayatın nasıl kazanılacağı bizzat Kur’an ayetleriyle bildirilmektedir. Mana bilinmeyince de bunlardan haberdar olmak pek değil, asla mümkün olmaz. Kimse kusura bakmasın ama bu yolla çekilen bilete İlahî amorti bile çıkmaz. Geçmiş ola.
Gelelim işin başka bir boyutuna.
Burada da namaz konusunu ve mübareklik/kutsallık atfedilen gece ve günler hakkında bazı tespitler yapmaya gayret edeceğiz. Zira bu konuda insanımız ciddi manada yanlışlara sevk edilmiş gözükmektedir. Şöyle ki: Bakınız namazla ilgili olarak Kur’an ayetlerine bakıldığında namazın ertelenmesi, yani kazaya bırakılması asla mümkün değil. Söz konusu ayetlerden anlaşıldığına göre savaşta bile namazı erteleyemiyorsunuz. Ertelemek için savaştan daha önemli veya daha tehlikeli ne olabilir. Hazarda yani savaş dışı zamanlarda ise yaya iken, binit üzerinde veya içerisinde iken, hasta iken dahi ima ile de olsa namazı eda etmek zorunlu gözükmektedir. Zira her namaz bir vakte odaklandırılmıştır. Mutlak surette o vakitte kılınması gerekir. Vakti geçen namaz için artık yapılacak bir şey kalmamıştır. Bakınız orucun kazası var ama namazın kazası yok. Her şeye rağmen bir de cem/birleştirme denen imkân da Hz. Resul (as) tarafından beyan ve tatbik edilmiştir. Diğer taraftan sadece uykuda kalma veya unutma durumunda uyanıldığı veya hatırlandığı zamanda edası, yani yerine getirilmesi aynı şekilde Kur’an ayetinden hareketle Hz. Resul (as) tarafından beyan edilmiştir. Bakınız burada dahi kaza değil eda etmek söz konusudur.
Bu konuda bazı tespitler yapan insanların beyanına göre yeni Müslüman olmuş birileri bu raddeden itibaren namazına başlar ve geçmiş için herhangi bir sorumlukla yükümlü gösterilmiyorken; mesela 30 yaşından sonra namaza başlayan Müslüman birisi için geçmişle ilgili yükümlülük vazedilmektedir. Anlamak mümkün değil. Kişi bir daha bırakmamak üzere Rabbine tövbe ederse –ki bu Kur’an’î bir toleranstır- başladığı yerden devam eder. A birader başka dinden intisap edene tanıdığın şansı kendi dindaşından esirgiyorsunuz, hiç böyle bir kepazelik olur mu? Üstelik de gayri Kur’an’î davranıyorsunuz. Kısacası insanımızın bu badireden kurtulması için Kur’an’ı anlayarak okuması ve bu sayede ortalıkta boy gösteren bazılarının veya birilerinin dayanaksız söylemlerine itibar edilmemesi gerektiğini düşünmekteyiz. Zira İlahi Huzurda sorular Kur’an’dan çıkacak, başka hiçbir kitaptan değil. Herkesin ve hepimizin buna şüphesiz olarak inanıp buna göre kendini hazırlaması lazım. Binaenaleyh “Allah’ın yeryüzüne sarkıtılan ipi” olarak vasıflandırılan olgunun tas tamam Kur’an ilkeleri olduğu izahtan vareste olsa gerek. Bir de Hz. Resul (as)’un beyanlarıdır. Bu beyanlar da zaten Kur’an’a aykırı olamaz, zaten yoktur. Uydurmaları tabii olarak reddediyoruz. Kaldı ki bu husus da Kur’an hükümleri arasında yer almaktadır. Sevgili dostlar Yüce Rabbimiz daha ne yapsın. Ve bir de bizlere şah damarımızdan daha yakın olduğunu keza Kur’an’da haber vermekte iken maalesef bizler başka yakınlar aramaktayız. Rabbini bilen her kes bir Allah dostudur. Bilmem başka Allah dostu aramaya gerek var mı? ”Ben Allah dostuyum” diyenlerin bu hezeyanına hiçbir zaman itibar etmemeliyiz. Zira hâlâ İMANOMETRE diye bir aygıt çıkmadı. Hiç kimse kendisini daha imanlı gösterme şansına sahip değil. Bu, mutlaka ve her hâlükârda böyle bilinmeli ve buna göre davranılmalı. Bakınız Diyanet Başkanlığı kaynaklarında yaptığım araştırmada kazanın kısa tarifi şöyle: “Kaza: Bir şeyin vakti gelince meydana gelmesidir”. O halde bu tanımdan da anlaşılacağı üzere ertelenen bir hükmün telafisi kaza anlamına gelmiyor. Şu veya bu şekilde, ihmal veya tembellik vesaire gibi olgularla vakti geçirilen namaz gibi vakti belirlenmiş bir ibadetin daha sonra telafi edilmesi tamamen beşeri kaynaklı olup asla İlahî, yani Kur’an hükümlerine dayalı değildir. O halde tüm bu beşeri söylemlere aldanarak savaşta dahi ertelenemeyen namazı şu veya başka saikla ertelemek fevkalade yanlıştır ve bu suretle elde edilen piyangoya da amorti bile çıkmaz. Sevgili dostlar bendeniz ömrün son raddelerinde bulunuyorum. Sizlere olduğu gibi bana da böyle anlatıldı. Rabbimiz lütfetti araştırmak nasip oldu ve yanıltıldığımı geç de olsa anladım. Tüm derdim, bari bu yazıyı okuyan birileri buna aldanmasın umudunda olarak bunları hasbelkader yazmış oldum. Yoksa hiç kimsenin inanç ve ibadetiyle uğraşmak gibi bir edepsizliğin peşinde değilim. Gayet tabii herkes hür iradesi ile baş başadır. Binaenaleyh Mahşeri Mahkemede de herkes bizzat yani kişisel olarak yargılanacaktır. Yukarıda da değinildiği üzere sorular da sadece ve sadece Kur’an’dan çıkacak. Her hangi birilerinin yazdığı kitaptan değil.
Gelelim mübarek/kutsal gecelere. Yani “kandil geceleri” denen gecelere. Önce şunu belirtelim ki bu işin öncesi ile ilgili tarihsel gelişmeler bayağı geniş olup, elektriğin henüz icat edilmediği zaman minarelerde gaz yağı ve benzeri bir yakıtla yanan ve adına “kandil” denen bir nesne ile aydınlatma yapılmaktaydı. Şimdilerde, bunun yerine “mahya” denen aygıtlarla işaretlemeler yapılmaktadır. İşte böylece insanların dikkatine sunulan ve kutsallık atfedilen bu gecelerin içinde sadece Kadir Gecesi Kur’an kaynaklıdır. Ötekilerin böyle bir dayanağı asla yoktur. Kadir Gecesinin kutsallığı da Kur’an’ın bu esnada indirilmesiyle alakalıdır. Yoksa başka bir özelliği yoktur. Sevgili dostlar Allah’ın yarattığı her gün ve gece mutlaka mübarektir/kutsaldır. Birilerinin anlattığı gibi öyle ucuzluk panayırı veya fuar gibi ürünlerin sergilendiği manada herhangi bir zaman dilimi yoktur. Binaenaleyh bu üç aylar uygulaması ne Mekke Medine ne de Mısır gibi İslam ülkelerinde yok. Ancak Hz. Resul (as) yaklaşmakta olduğu ramazan ayını karşılamak üzere bir bakıma hazırlık ve müjdelemek babında Recep ve Şaban aylarından itibaren diğer aylardan ayrı olarak bazı ibadetlerde bulunmuştur. Nitekim “ Ya Rabbi! Bizlere Recep ve Şaban ayını mübarek kıl ve bizleri Ramazan ayına ulaştır” diye de hep dua etmiştir. Bu hadis hakkında dahi maalesef tereddütler söz konusudur. Her ne isse. Bu işe Recep ayından başlaması ise, Recep ayının müşrikler tarafından kutsallık atfedilerek kurban veya oruçla geçirmekte oldukları sebebiyle bu ay’ı da onların bu anlamsız ve dahi baştan aşağı yanlış ve Kur’an’a göre yasak olan bu eylemlerden kurtararak bir bakıma el koyması gibi bir durum söz konusudur. Burada kutsallık atfedilecek yegâne ay Ramazan ayıdır. Bu da Kur’an’ın bu ayda nazil olması sebebiyledir. Başka hiçbir sebeple değil.
Bu aylarda gündeme getirilen gecelerin başında bilindiği üzere Regaip Gecesi gelmektedir. Güya Hz. Resul (as) bu gece ana rahmine düşmüş. Pes doğrusu. Yahu daha Hz. Resul (as)’un doğum yılı pek doğru dürüst belli değil. 569 diyen var, 570 diyen var ve hatta 571 diyen var. Peki, yılı belli olmayan bir doğumun bu özelliği nasıl belli olabiliyor. Şaşmamak elde değil. Diğer taraftan İsra (Gece Yürüyüşü) bizatihi bir Sure olarak Kur’an’da mevcut. Ama semaya yükseliş diye bir kayıt yok. Ama ne hikmetse Miraç buradan itibaren başlatılmaktadır. Hâlbuki bu sure Risâlet’ten yaklaşık iki yıl sonra nazil olmuştur. Oysa Miraç, Risale’ tin onuncu yılında ve Hz. Resul (as)’un koruyucu ve destekçileri olan muhterem eşleri Hz. Hatice validemizle aynı pozisyonda olan amcası EBU Talip’in vefatı-ki buna hüzün yılı denmektedir- üzerine hüzünlenen Hz. Resul (as) ile Rabbi arasında ve ruhani anlamda olmak üzere ve bizlerin kavrayamayacağı boyutta bazı olgular yaşandı. İşte Miraç denen olgu bu olsa gerek. Ancak cismani tarzda olduğu hakkında hiçbir Kur’an’î tespit mevcut değil. Miraç hakkında yazılanların tamamı Peygamber sevgisi kaynaklı olup, kültürel mahiyetteki yaklaşımlardır. Ha şunu söylemeliyim ki ben de bu gecelerde idrak edilenlerden nasiplenmekteyim. Ancak şu farkla. Tüm bunların birer gelenek olduğu ve bu sayede Kur’an okuma ve Hz. Resul (as)’e salat ve selam getirmede tabi ki güzellikler var. Ancak bu gecelere kanarak diğer gün ve gecelerdeki ibadetler ihmal edilmemek kaydıyla. Peki, olay böyle mi? Asla. Adam bu gecelerde işi bitirip bir bakıma istirahate çekiliyor. Sevgili dostlar işte tam da bundan dolayı dertlenmekteyiz. Yapmayın etmeyin böyle bir şey yok. İşi Hristiyanların Pazar günü ibadetine çevirmek gibi bir durum bu. Bu fevkalade yanlış. Mesela Teravih namazı. Farz mı sünnet mi vacip mi bunca geçmiş zamanına rağmen daha belli değil. Adamlar ilk 10 gün camiye hücum ediyorlar. Sonrasında tavsama başlıyor. Sebebi bu konudaki acayip söylemler. Neymiş efendim ilk 10 gün teravih kılanın bütün günahları af olurmuş. Vay canına. Adama gülerler yahu. Hiç böyle saçmalık olur mu? Ramazan ayı boyunca günlük 20 rekât değil, 120 rekât teravih kılsan bir rekât farz namazın yerini tutmaz. Bu, böyle bilinmeli ve böylece anlatılmalıdır.
Diğer taraftan deniyor ki hacca giden birilerinin tüm günahları af olur. Yapmayın. İnsanları aldatmayın. Tüm bu söylenenler İlahi adalete baştanbaşa zıt şeyler. Namaz kılmak, oruç tutmak ne ise hac eda etmek de öyle bir şey. Bir de diyorlar ki Kâbe’de Hz. İbrahim makamında ve dahi Medine’de Hz. Resul (as)’un mihrabında iki rekât namaz kılanlara cennet vacip olur. Pes doğrusu. Peki, ona nail olamayanların ne günahı var ki! Kısacası bir aldatma ve yanıltmadır kaptı gidiyor. Tüm bunlar İlahi adalete asla uygun değil.
Bir de Şaban ayının 15’nde kutlanan Berat Gecesi için de deniyor ki, bu geceyi ibadetle geçirenlere Allah tarafından beratları verilir. Sevgili dostlar berat etmek demek suçsuzluğun anlaşılması ve o suçtan dolayı aklanmak emmektir. Peki, bir önceki yılda madem berat ilamını aldık peki bu yılki berat neyin nesi. Bu, şu anlama geliyor. Demek geçen yıl berat ilamını aldıktan sonra yine aynı küstahlığa devam etmişiz. Peki, böyle bir durumda hâşâ Allah’ı bırakın da beşer olan hangi hâkimin karşısına çıkacak olursanız bu tavrınızdan dolayı cezanızı arttırmaz. Arttırmayı bir tarafa bırakın sizi derhal içeri attırır. Demek oluyor ki bunda da akla, mantığa ve dahi Kur’an’a uyar bir taraf yoktur. Ha diğer gecelerde olduğu gibi kültürel anlamda yapılacak ve yapılmakta olan faaliyetlere bizlerin iştirakinde asla bir beis olmaz. Burada da tüm mesele bu bilinçte olma meselesidir. Başka hiçbir şey değil. Kur’an, aklını kullanmayanların üzerine riçs (pislik) boca edileceğini vurgulamaktadır.
Bakınız Kur’an’da ayların sayısı hakkında ayet var. Ve sayısı 12 olarak bildirilmektedir. Bunların içinde dört tanesi de “Haram Aylar” olarak belirlenmiş. Bunun sebebi ise özellikle Kâbe tavafı sırasında insanların yol, can ve mal emniyetinin sağlanmasıdır. Zira o devirlerde çapul ve talanla geçinen birileri vardı da ondan. Haram aylardan bahseden Kur’an “üç aylar” diye herhangi bir tespit cihetine gitmemiştir. Buradan da anlaşılan o ki bu tespit de asla Kur’an’î değil. Kısacası Kur’an’daki her tespit sebebe dayalıdır. Zira Kur’an öyle toptan ve bir seferde inmiş değildir. 23 yıllık bir sürede ve toplumun ihtiyaçları dolayısıyla bu konulara dayalı olarak sorulan sorular da dikkate alınarak, diğer ayetlerle birlikte bu tür ayetler de nazil olmuştur. Bu ayetler cümlesine baktığınızda asla öyle piyango çeker misali kurtuluş reçeteleri ve bedava geçinme şartları asla yoktur. Binaenaleyh her kes gerek olumlu ve gerekse olumsuz olan eylemlerinin hesabını behemehâl vermekle mükellef kılınmış gözükmektedir. Lütfen hiç kimse lafı güzaftan ibaret bazı söylemlere kanmasın. Bu işin tekrarı yok. Lahdin altına girdin mi işin biter. Hiç kimsenin ama hiç kimsenin kimseye faydası dokunmayacak. Sevgili dostlar bu söylenenler Kur’an ahkâmıdır. Şunun bunun sözü değil. Ecel kapıyı çalmadan çaresine bakmak lazım. Belki yeri değil ama İlahlık iddia eden Firavun denizde boğulacağı anda ancak “Ben Musa’nın ilahına iman ettim” dediği zaman İlahi cevap neydi biliyor musunuz? “Şimdi mi? İşte tüm mesele bu sevgili dostlar. Demek oluyor ki her şey vaktinde gerek.
Sürçü lisan ettiysek af ola. Allah’ın selamı tüm inanan ve Kur’an’ı rehber edinen dostlar üzerine olsun. Âmin.