Gazi ve Yüzükler
Yirmi iki gün yirmi iki gece fasılasız olarak devam eden Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmış ve artık nihai zafer için hazırlıklara başlanıldığı sıralarda bir gün Gazi Akşehir’deki pazar yerine gider. Pazar yeri adeta karınca yuvası gibi kaynamaktadır.
Tabir yerinde ise, bin ağızdan bin ses. Bir aralık, ortalıktaki bu uğultu perde perde sönmeye başlar ve yerini adeta bir tapınak sessizliği kaplar ve kulaktan kulağa bir fısıltı :
- Gazi gelmiş, Gazi.
Bütün gözler heyecan ve sevgi dolu hislere tercüman olarak aynı yöne dönüyor;
Gazi, o ölçülü ve güzel yürüyüşü ile yavaş yavaş hem ilerliyor hem de ara sıra sergilerin önünde durup satıcılarla ve satılanlarla ilgilenmektedir. Belli ki alış verişe çıkmış. Ama eşya almaya değil sadece gönül almaya çıkmıştır. Böylece gönül ala ala satıcı kadınların bulunduğu kesime gelir:
- Nasılsınız bacılar ?
- Sağ ol paşam, duacıyız.
Satıcı kadınlar paşalarını özlem dolu gözlerle doya doya seyrederken kendilerini tutamıyorlar ve :
- Güzel Paşam.
- Yiğit Paşam.
- Yiğitler yiğidi Paşam.
Gibi hitaplarla ve adeta birbirleriyle yarışırcasına paşalarıyla konuşmaya başlarlar.
Paşa utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine soruyor :
- Erin var mı bacım ?
- Var paşam, cephede.
- Ya senin ?
- Kanı helal olsun, benimki Çanakkale’de kaldı.
Gazi daha soracak, soracak ama bu yüreği yanıklardan alacağı cevapların
çoğunu şimdiden oranlıyor; Çanakkale’sinden sonra Kafkas’ı, Kanal’ı, Galiçya’sı,
İnönü’sü, Sakarya’sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiçbir şey istemeyen ve beklemeyen seslerle.
Paşa gözleri buğulanmış olarak bir an düşünüyor ve hemen bu kez acele adımlarla, geldiği tarafa yöneliyor ve bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra elinde bir avuç yüzükle dönüyor.
O gün pazardan köye dönen bacıların parmakları, Gazi’nin hediye ettiği yüzüklerle; yürekleri ise yaşantılarının en yüce övünç ve kıvancı ile doludur.
Nezaket Timsali Bir Hareket
Bir gün, Mustafa Kemal Atatürk Boğaziçi mehtabının tadını çıkarmak üzere bir çay bahçesinde toplanan halkın arasına karışarak bilhassa bazı gençlerle resim ve müzik üzerine sohbet ederken bu esnada bahçenin bir köşesinde eşiyle birlikteve heyecanla Atatürk’ü izlemekte olan yaşlıca bir adamcağız her nedense elindeki bardağı yere düşürür. Bardağın çıkardığı şangırtı bahçedeki sessizliği adeta sabote etmişçesine bozar ve bahçedekilerin kötü bakışlarına maruz kalır. Bu acı bakışlar arasında adamcağız adeta bir ölüp bir dirilmektedir. Bu fevkalade mahcubiyeti görenAtatürk de bilerek ve kasten elindeki bardağı yere bırakır ve o sessizliği bu kez kendisi bozar.Ve böylece o adamcağızı o kötü halden kurtarır.
Eli henüz havada duran Ata’nın gülen yüzü ve hoşgörürlük taşıyan gözleri, bahçedekilerin dikkatlerini üzerine çekmiş ve bu bakış sahipleri bu manalı ve incelik dolu hareketi uzun unzn alkışlayarak çok iyi anladıklarını ifade etmeye çalışmışlardır.
Atatürk İmzalı Övünçlük Bir Tezkere
Mustafa Kemal Atatürk Acar adındaki motoru ile mehtaplı bir yaz sonu gecesi sıkça yaptığı gibi yine bir Boğaz gezintisine çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi Acar’ı ve içindekinin kim olduğunu bilenler tekne daha uzaktan görünür görünmez kadın erkek, çoluk çocuk herkes kıyılara dökülür, yalı pencerelerinden sarkar, çılgınca alkış tutarak : “ Hoş geldin, yaşa varol Atatürk” diyerek sevinç gösterisinde bulunanlar bu gün de aynı gösteride bulunmayı ihmal etmemişlerdi. Atatürk de yine elini sallayarak selamlamasını yapıp seyrine devam etmişti.
Önce Rumeli yakasını kıyı kıyı geçen Acar, Anadolu yakası boyunca geri dönmekteydi.
Bir yalının önünden geçilirken, bahçede, sevinçli bir olayı kutlamakta olduğu belli olan bir topluluğun alkışları arasında yalvaran, direnen çağrı haykırışları yükseldi.
Ata, “Yanaşalım ! “ dedi. Böylece sünnet düğünü olduğu anlaşılan bu şenliğe Ata’nın katılması başta düğün sahibi olmak üzere her kes için unutulmaz derecede bir mutluluk oldu. Atatürk çocukları sevdi, ebeveynlerini kutladı ve bu vesileyle ortalığı bir bayram havası kapladı.
Atatürk bir aralık kalem kağıt alıp yazdığı bir tezkereyi sünnet yaptırmakta olan yalı sahibine şu sözleri de katarak verdi :
- Biz düğününüz olduğunu bilseydik tedarikli gelirdik. Şimdi yanımızda çocukları sevindirecek bir şeyimiz yok. Siz yarın bu kağıtla İş Bankası’na uğrar, sonra çocuklara bizim adımıza birer armağan alırsınız.
Tezkereyi Ata’nın elinden alan düğün sahibi saygıyla eğilerek :
- Atam, dedi. Alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu kağıt değerince olmaz. İzin verin, biz bunu ailemizin ve çocuklarımızın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.
Ata, adamın zarafet dolu bu düşüncesi ve tok gözlülüğünden çok daha duygulandı ve şu cevabı verdi :
- Peki, siz bu kâğıdı saklayın. Ama yarın bankaya uğrayın ve çocukları bizim adımıza sevindirin.
Atatürk ve Bir Çoban
Atatürk, güzel havaların tadını çıkarmak için böyle günlerde kırlara çıkıp gezmeyi hiç kaçırmazdı. Bunun için arabaya atlar, bir müddet gittikten sonra arabadan inip yaya yürümeyi de alışkanlık haline getirmişti.
İşte yine böyle bir gezinti sırasında rastladığı ve kendisini tanımayan bir çobanla ahbaplığa girişerek, sürüden ve koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş :
Sen Atatürk’ü bilir misin ?
- Bilmez miyim efendi ? Ona Gazi Paşa da derler.
- Peki, ne yapmış bu Gazi Paşa ?
- Efendi, Onun neler yaptığını sen benden iyi bilecen.
- Onu görmek ister misin ?
- Ah efendi, istemem mi ? Ama ben Onu nereden göreyim ?
- Öyleyse bana bak, O bana çok benzer.
Çoban övünme saydığı bu söz üzerine dudak bükerek:
- Haydi ordan ! Senin kılığında Atatürk mü olur ? Sakalın bıyığın bile yok, karşılığını
vermiş.Ata, çobanın bu küçümsemesini sevimli bir hatıra olarak anlatır ve şöyle bitirirdi :
- Çobanın masum hayalini bozmadım ve onun kafasında bıyıklı ve sakallı kalmaya razı olarak vedalaştım.
Ayşe Kadın ve Hortumlu Makine
Manevi kızı Sabiha Gökçen Eskişehir’de uçak birliğinde görevli iken birkaç günlüğüne Ankara’ya gelmiş. Eskişehir’e döneceğine yakın Atatürk’e, köşkte ortalığı gereğince bakımlı ve düzenli bulmadığını, erkeklerin bu işleri beceremediklerini söyleyerek,
Eskişehir’de kendi evinde çalıştırdığı ve bu işe uygun bir kadıncağızı kendisinin nasılsa bir başkasını bulabileceğini- beyan ederek, eğer uygun düşünülecek olursa Ayşe adındaki bu kadıcağızı köşke yollamayı düşündüğünü ve bu konudaki onayını ister.
Ata, aslında Gökçen’in dediği gibi ortalıkta bir bakımsızlık görmüyor ama “Zahir,
kadın gözü başka, buraya bir kadın eli değse her şey kim bilir nasıl değişiverecek.” diye düşünmüş ve “Çok iyi, o kadını gönder sen ! “ demiş. Kadın üç gün sonra gelmiş.
Ata, dili düzgün, az çok okuryazar, görgülü, hanım kılıklı bir kadın beklerken bir de ne görsün: Temiz pak fakat çenesi epeyce düşük, başörtülü, şalvarlı, saf bir nine.
Ata, onun yapacağı işleri anlatmaya girişince: - Bilirim, bilirim, Gökçen hanım kızım bana hepsini belletti. Süpüreceğim, toz alacağım, ortalığın düzenine bakacağım, zil çalınca koşup ne buyurduğunu soracağım, sen hiç merak etme.
Kadıncağız güya işe başlamış, ama telefon zili ile çağırma zilini bir türlü ayırt edemiyor. Ne zaman telefon çaldığını duysa : “Buyur Paşam ! “ diyerek Atanın yanına koşarmış.
Bir gün gitmiş : - Paşa, demiş, ben o hortumlu makinayı rahat kullanamıyorum, sen bana pazardan bir süpürge al emi ?
Paşa, pazara gidip kendisine boy boy süpürgeler alacağını vaat ederek savmış ama bir yandan da, kalbini kırmadan, başından bütün bütün nasıl savacağını düşünmeye başlamış.
Ertesi gün çağırmış: - Ayşe kadın, demiş, Gökçen hanımdan mektup geldi,
sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi ?
Kadın düşünmüş düşünmüş : - Bilirdim bensiz yapamayacağını, ama senin de hatırını kırmak istemedim de onun için geldim. İzin varsa varayım bari, yazık olur kızıma !demiş.
Atatürk de, bağrına taş basarak! Ertesi gün onu yolcu etmiş.
Selanik’teki Anıt ev ve Makbule Hanımın Pembe odası
Atatürk yalnız başkalarının saflıklarını değil, kendinin ve yakınlarının da çocuksu yönlerini ele alır, anlatır ve herkesin umulmadık bazı davranışlarının olabileceğini her fırsatta belirterek mevki ve mertebe ne olursa olsun kibirden uzak kalmayı tavsiye ederdi. Nitekim bu cümleden olarak gençliğinde şairliğe özenip pek romantik şiirler yazdığını, hatta bir aralık da ticarete heveslenip, annesinde bulunduğunu bildiği bir parayı bu iş için istediğini,annesinin parayı kendisine verirken: “ Baban da bu yolda epey para batırmıştı” diye uyarmaya çalıştığını, fakat parayı yine de alıp sonunda batırdığını uzun uzun anlatır, hayatının bu gibi çocuksu yönleriyle kendi de eğlenirdi.
Bir gün, kardeşi Makbule Hanım’ın da bir saflığını ele alarak şu olayla anlatırmış : Yunan hükümetinin, Ata’nın çocukluğunu geçirdiği Selanik’teki baba evini kamulaştırıp anıt haline getirerek, anahtarını da kendisine sunmuş olduğunu ve kendisinin de fevkalade duygulandığı bu jestten kız kardeşi Makbule Hanıma söz ettiğinde Makbule Hanım : - Bilirsin ya ağabey, köşedeki pembe oda benim odamdı, yine bana ayrılsın demiş.
Yunan hükümetinin bu güzel jesti karşısında kardeşinin gösterdiği bu çocuksu anlayışAta’ının pek tuhafına gitmiş ve olayı her yeri geldiğinde sofradaki dostlarına anlatmaktan kendisini bir türlü alamazmış.
Çanakkale’de Sportmen Bir Yeni Zelandalı ve Pratik Mehmetçik bilindiği üzere Çanakkale-Anafartalar’da düşmana dünyayı dar eden Mustafa Kemal Mehmetçiğe, düşmanın son durumunu öğrenmek için “bir dil yakalayın” der onlar da buna göre çare ararlarmış.
Bir gün bu amaçla getirilen “dilden” gerekli bilgiyi alan Mustafa Kemal adama sormuş: - Peki, sen Yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak için kalkmış ta oralardan buraya gelmişsin ? Yeni Zelandalının bu işi sırf spor için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu övüngen bir tavırla söylemesi üzerine
Mustafa Kemal : - İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı ? Baksana, bir erimizin önüne düşmüş, kuzu kuzu buraya getirilmişsin ! deyince tutsak şu şekilde karşılık vermiş :
- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim ?
Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim !
Meğer Mehmetçik, Yeni Zelandalıyı en can alıcı bir yerinden yakalayarak sıkıp bayıltmış, avını ayılıncaya kadar sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden siperlerimize kadar sürmüş.
Atatürk bu öyküyü anlatır ve Yeni Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin de kullandığı pratik (!) usule güler dururdu.
Kaynakça:
1) AĞAKAY, Mehmet Ali, Atatürk’ten 20 Anı, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu
Yayınları- sayı : 344; Ankara-1990.
2) GÜRTAŞ, Ahmet, Atatürk ve Din, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, 214; Halk Kitapları serisi, 70; 6.
Baskı, Ankara-1999.